25 Aralık 2014 Perşembe

BU İŞTE BİR İŞ VAR

galiba yanlış doğmuşum. hayır, ergenlikte bile bazı kızlar gibi "keşke erkek olsaydım" demedim ben. aksine, kadın olmaktan her daim keyif aldım. hatta bazı eşcinsel erkeklere imrenmişliğim vardır "biz doğuştan kadınız, o yüzden kıymetini bilmiyoruz. bak nasıl da keyfini çıkarıyor kadınlığın konuşurken, elini sallarken, gülerken" diye...

amma velakin odunum!

evet, son cümle küt diye geldi farkındayım. bütün kadınların erkeklerde gıcık olduğu o odunluk bende var. romantizmden hoşlanmam. mümkünse kakara kikiri bir yemeği yeğlerim. aramızda mumlar filan olmasın, gözümü alır. onları hemen kenara çekerim. sokakta çiçek almaktan, elimde çiçekle yürümekten hoşlanmam. bir keresinde elime tutuşturulan gülü, mekandan kalkarken çantaya attım diye adam neredeyse bana "odun!" diyecekti. demedi ama öyle baktı yani, anladım. "ya, ben onu eve gidince suya filan koyarım, bir şey olmaz." dedim, geçiştirdim. gerçi benden beterleri var. bir kız arkadaşım, yanımıza elinde koca bir buketle gelen sevgilisinin kafasına geçirmişti çiçekleri "bunlar ne beaaa.... ben çiçek sevmem." deyip. ama en azından o kızın başka odunlukları yok.

sevgililer gününde, yılbaşlarında, bayramda seyranda hediye beklemem. bana hediye alınmışsa da karşılığını göremeyeceğini bilmelidir o şanssız zat. birine hediye almayı hiç sevmem. ne alacağıma bir türlü karar veremem. karar versem, bir şey beğenemem. o nedenle genelde hediye alacağım kişiyi yanımda götürüp; "seç bakalım bebeğim. bari istediğin bir şey olsun." derim.

sürpriz sevmem. "sevmem" ne ya... sürprizlerden nefret ederim. öyle aniden karşıma çıkan bir sevgili olursa "aşkıııım haber vermedim, sürpriz yapayım dedim, seni özledim..." filan laflarıyla, "yeaa noluyo yeaaa... niye geldin ki sen? niye haber vermedin ki? belki benim başka planım vardı alla alla yeaaa..." diye burnundan getiririm. hele "aşkım seni bir yere götüreceğim ama çok beğeneceksin, sürpriz. söylemem." denirse deliririm. kendimi arabadan atmak isterim. niye gidene kadar bilmeyecek mişim? ne biliyorsun beğeneceğimi? belki benim modum oraya uygun değil? belki sen hareketli bir yer seçtin de, ben sakin bir yerde oturmak istiyorum? söyle sen bi bakiim, neresiymiş o? belki ben gitmek istemeyeceğim?..

sonra... adam öyle mütemadiyen sarılmasın, elimi kolumu tutmasın. aksi halde "öf... az öte git" deyiveririm.

doğum günlerinizi unutabilirim. hatta bir keresinde kendi doğum günümü unutmuşluğum var -bunu söylediğim hiçbir kız arkadaşım inanmasa da-... zaten o günden beridir telefonumun hatırlatmasına kendi doğum günümü ekledim. ha, bak ama ben hatırlamışsam başkaları da hatırlasın isterim. ben unutmuşsam, başkalarının unutmasında sakınca yok. tipik erkek özelliği işte.

ayrıca hiç düzenli değilim, plansızımdır. yapılacakları listelerim aklımda, zamanı gelince unuturum. unutmazsam da ertelerim zaten: "amaaan... bir ara yaparız. sonra yaparız..."

özel günlerinizi unutmamışsam, korkmayın. sizin için bir şeyler yapmayı düşünürüm. beterin beteri dedikleri de bu işte. organizasyon yapmaya niyetlenirsem, elime yüzüme bulaştırırım.

elime tutuşturulmuş bir aşk şiirine katıla katıla gülmüşlüğüm vardır. gerçi gülünmeyecek gibi değildi. ben de pek gençtim, şimdi olsa ulu orta gülmem belki kırmamak için.

laf dolandırmayı sevmem. karşımdaki, olayı fazla ayrıntılı anlatıyorsa ya sadede gelmesi için uyarırım, ya da dinlemeyi bırakırım. hele de işten çıkmışsam, yorgunsam mümkünse adam çok konuşmayacak, yemeğimi suyumu verecek ve uzak duracak benden bir süre. "günün nasıl geçti?" sorusuna, "iyi..." der geçerim. kolay kolay günümü anlatmam. komik ya da sinir bozucu bir olay olmuşsa belki anlatırım. yanımdaki böyle yapmazsa -bana gereksiz bir gününü anlatıyorsa, işinden, arkadaşlarından bahsediyorsa- feci sıkılıp, en azından içimden, "bunlardan bana ne yaaaa... anlatma, ilgimi çekmiyor be..." diye çığlıklar atabilirim. gününü ayrıntılı anlatan insandan hiç hazzetmem.

"canın bir şeye mi sıkkın?" diye sorduğumda, yanımdaki adam "hayır!" demişse arkamı dönerim. hayatta ısrar etmem. "yok yok var bir şey. ben o 'hayır'ın tonlamasından anlarım" diyen kadın inceliğinden yoksunum. "iyi o zaman" der, susarım.

bildiğin odunum.

galiba yanlış doğmuşum!





8 Aralık 2014 Pazartesi

NOEL 2

"noel! noel!"

bahçede, arkadaşlarla oturuyorduk sarışın kadın bağırarak geldiğinde.
"noel'i gördünüz mü?"
"buradaydı ama gitti." dedim.
içeriden avram seslendi: "gitmedi, burada."

kadın bir hışım, bahçeye dalıp kapıya yöneldi. birden, davetsiz içeri girmenin uygunsuzluğunu fark etti sanırım ki, orada durdu. yanına gittim. sarışın, kokoş, tipik karşıyakalı kadın seslendi:
"noel, gel buraya!"
bizim kız uyukladığı sandalyede gözlerini açtı, kafasını hafiften kaldırıp kadına baktı. sonra gözlerini geri kapadı. sanki gelen annesi değildi. kadın çıldırdı.

kadının çıldırmasının sebebi noel'in umursamaz tavrı mıydı, bizi tercih etmesi mi bilmiyorum ama sinirini birden bana yöneltti:
"üç gündür eve gelmiyor bu. burada mıydı?"
"üç gündür gelmiyor mu?" diye geveledim suçlu suçlu.
"ne yiyor, ne içiyorsun, napıyorsun sen üç gündür? gel çabuk buraya."
noel kıpırdamadı.
"gel bir yemek ye bari."
noel kıpırdamadı.

sarışın, bir hışım içeri girdi. koltuktaki noel'i koltuk altlarından tutup kaldırdı. ateş saçan gözlerini gözlerime dikti:
"ne veriyorsunuz siz buna? yemek falan veriyor musunuz?"
"yo... sevgi veriyoruz sadece."

denir mi bu laf? dedim. ağzımdan çıkıverdi. senden çok seviyoruz onu, der gibi.. üstelik çok doğal bir şey söyler gibi... salakça bir sakinlikle...

kollarında çırpınan noel'i söylene söylene götürdü. bizimki iki gün ortalarda görünmedi. ben, "kesin bu kadın kızı eve kilitledi, yoksa kaçar gelirdi" diye söylendim durdum. avram her zamanki 'yok canım' tavrıyla baktı. iki gün sonra, bahçede oturmuş kahvelerimizi içerken noel geldi. sevgi engel tanımıyor vallahi.



3 Aralık 2014 Çarşamba

YENİ ÖĞRENCİLER, YENİ DELİRME HALLERİ

-ali, sıra sende. uyumasana oğlum.
-???
-"kaç kabak?" diyeceksin.
-3 kabak.
-hayır, "kaç kabak?" de.
-5 kabak.
-çocuum, "kaç kabak?" diye soracaksın.
-ben mi hocam?
-sen.
-kime?
-(derin bir iç çekiş) boşver. söyle sen. sadece söyle!
-neyi hocam?
-hocayı delirttiğini. hastanede. ben seni pencereden atıp sonra da ambulans çağıracağım ya...
-niye hocam?
-çık ali, çık!




1 Eylül 2014 Pazartesi

NOEL 1

evet, uzun zaman oldu yazmayalı. ayran içtik, ayrı düştük blog. 

geçen zamanda değişen fazla bir şey yok. çalışmak dışında hayatımda ne az şey olduğunun kanıtı bu... böyle açıkça yazıp da, durumla yüzleşince utandım kendimden. rezalet!

ben öyle idealist tiplerden değilim. hayatın amacı çalışmak ilkesi bana ters arkadaş. aksine, "insan günde en fazla 4 saat çalışmalı" düşüncesinin sıkı savunucusuyum. ama hayat öyle değil işte. uyuşamıyoruz. yaşamak için, geçinebilmek için, o parayı kazanabilmek için çok daha fazla çalışmak gerekiyor bu ülkede. 

"madem çok çalışmak zorundayım, bari keyif alayım. bari nefes alacağım bir alan yaratayım" diye düşünerek kendi işimi kurdum. gel gör ki, patron havasına bir türlü giremedim. yeri tutup, o anahtarı devralıp, mekana adım attığım an geldi asıl patron. simsiyah giysileriyle onu kapıda görünce, -itiraf edeyim- erkek sandım bir an.  

gözünüzde canlandırın; tepeden aşağı siyahlar içinde, alımlı bir kadın... bu siyahlığın içinde dikkati çeken iki şey var, boynundaki kırmızı kolye ve iri ela gözleri... 

kapıyı açarken gelip yanımda durdu. ansızın. öylece... sanki tanışıyormuşuz, buluşmak için sözleşmişiz hatta orayı beraber tutmuşuz gibi. önce şöyle bir baktım; kimdi, neden gelmişti, ne istiyordu? o da bana baktı. hiçbir şey söylemedi. en ufak bir ses çıkarmadı. sadece yanımda durdu ve kapıyı açmamı bekledi. içeri girdim. o, kapıda kaldı. benim salona göz atmamı oradan izledi. dayanamadım, "sen kimsin?" dedim. hiç ses etmedi. iri ela gözlerini gözlerimden ayırmadan orada öylece bekledi. 

kısa sürede alıştık birbirimize. günler olmuş, değil konuşmak, sesini dahi duymamıştım. adı neydi, nerede oturuyordu, yaşı kaçtı, hiçbir şey bilmiyordum. arada sorular soruyor, onun iri ela gözlerini gözlerime dikmesinden başka bir tepki alamıyordum. geveze değildi. hatta dilsiz bile olabilirdi. 

her gün -nasıl oldu, nerede beklediyse- kepenkleri açarken çıkan sesle yanımda bitti. kapıyı açmamı bekledi. bahçeye çıkardığım sandalyelerde oturduk karşılıklı. hiç konuşmadan. ben arada bir konuşuyordum tabii... beni anlayabileceğini düşünüyordum. sağır olamazdı, kepenk sesini duyabiliyordu. belki hiç kelime bilmiyordu ama jest ve mimiklerimden, ses tonumdan ne dediğimi tahmin edebilirdi. inanın bana; uzun süre -belki haftalarca- hiç sesini duymadım. 

arkadaş olmamıza engel değildi tüm bunlar tabii... o siyahlar içindeki güzel, alımlı, gizemli genç kadın bir gün olsun yalnız bırakmadı beni. sessiz varlığıyla bu yeni yerde ilk komşum, ilk arkadaşım, ilk sevdiğim kişi oldu. 

haftalar sonra, adını yan komşudan öğrendim: noel. bir kadın için gerçekten tuhaf bir isim. nasıl bir insan böylesi güzelliğe bir erkek ismi, üstelik noel gibi bir erkek ismi koyabilirdi ki? daha da önemlisi, o merak ettiğim sesini ne zaman duyabilecektim? kimdi bu noel?



devam edecek...